…– elbette yıllar evvel – kötü insan yoktur sözünü büyük bir inançla
söylerdim. “Göreli beri”; ego cilalamada insan kullananı, ne kadar “iyi yalan”
söylerse o kadar zeki olacağını sananı, mutlu insan gördükçe mutsuz olanı, içi
katrana dönmüş ve artık temizlenmesi mümkün olmayanı… bu inançlı sözlerim kimsenin
duyamayacağı bir mırıltıya dönüştü.
İyi ve kötü gibi yaşamın kendisi de tezatlardan ibaretti sanki ve
biz bu tezatların hepsine sadece seyirci kalıyorduk. En fazla yaptığımız şey
ise; her şeyin ve herkesin çok uzağında durarak kendimizi korumaya çalışmak
oluyordu.
Bir sabah kalktığımda telefonumun mesajlarında Sabahattin Ali
öyküsünden bir bölüm vardı. İşe giderken kendimi ve tüm seyirci şairleri
selamladım.
“
Ve genç şair altı ay memleketin bütün şehirlerini dolaştı ve orada
ağlayanları ve gülenleri gördü.
Büyük bir konağın geniş salonunda raks ve kahkahadan yorulup terleyenler serin şerbetlere,
buzlu yemişlere koşarlarken, kristal pencerelerden dışarı süzülen ışıkta,
soğuktan donan ayaklarını avuç avuç karla ovmaya çalışan ihtiyarları gördü.
Kucağında taşıdığı aç çocuğu yaşatmak için sarhoşların
arkasından koşan kadınları ve karnında taşıdığı günahsız çocuğu öldürmek için
hekimlerin cebine beyaz alevli inci salkımları koyan kadınları gördü.
Kardan ve rüzgârdan koruyan bir dükkân kepengi altında başını bir köpeğin sırtına
dayayarak uyuyanları ve güzel ısınmış odalarda, Çin ipeği örtülü yataklarda,
nakris ağrılarıyla kıvranarak uyuyamayanları gördü.
Aptalların tahakkümüne, günahsızların cezalanmasına;
faziletin susmasına ve ihtirasların gürültüsüne, hikmet ehlinin tahrik
edildiğine ve nadanların alkışlandığına
şahit oldu.
“